Her cevher, içinde mücevher gizler!
Bir gence yönelik bakışımızın, tutumumuzun; o gencin geleceği hakkında ne kadar etkili ve belirleyici olduğunun farkında mıyız? Sözgelimi, bir genci katlanılması gereken bir bela olarak görsek ve öyle tanımlasak, öyle de muamele etsek, hem o gençle çatışma içine girmiş, hem o genci kaybetmiş, hem de o gence hiç faydalı olamamış oluruz. İşin maddi-manevi vebali de cabası.
Halbuki bakışımız “Bu gencin ruhunda, özünde Yaradanın koyduğu pek çok değer var, nice cevher var. Ben bu gençteki kıymeti, değeri nasıl görünür kılabilirim? Ben bu cevherlerden nasıl bir mücevher çıkarabilirim?” şeklinde olsa tablo birden değişir. O gence değer verip yardım eden insan, ona kendi değerini buldurarak onu kaybolmaktan korumuş olmakla birlikte, geleceğimiz olan o genci değerlendirmiş olmanın mutluluğunu da her zaman yaşar. Yetenekleri açığa çıkan, değerini bulan genç ise ilerleyen yıllarda o kişiyi hayırla yâd eder, ona çok dualar eder.
Evet, her genç bir değerdir, bir cevherdir. Her insanın özünde aynı bir çekirdek gibi, Rabbimizin verdiği iyilik ve güzelliklerin cevheri vardır. Bütün gençlerimiz istisnasız potansiyel bir cevherdir. İşte böyle bir potansiyelle doğan gençler, onlardaki hazineyi keşfedecek sonra da inkişaf ettirip mücevher hale getirecek dikkatli, bilgili, ilgili, değerli, şefkatli elleri, yürekleri bekliyorlar.
Ama bütün bu iyilik ve güzellik cevherlerinin farkında olmak, onları bulup o güzellikleri açığa çıkarmak her zaman gerçekleşmiyor maalesef. Bu durumun pek çok sebepleri var ancak en önemli bir sebebi böyle değerli cevherlerin kıymetsiz ellere düşmesi olsa gerek.
Oysa gençlerin içindeki cevher kendi kendine mücevher olmaz. Çaba göstermeden, yorulmadan, terlemeden o güzellikler açığa çıkmaz. Bizim gayretimiz, hoşgörümüz, tahammülümüz, sabrımız, gençleri yönlendirmemiz ve bilhassa da onlara güzel örnek olmamız nispetinde cevherler mücevhere dönüşebilir.
Şimdi bir cevherin mücevhere dönüşmesi sürecini düşünecek olursak iki önemli nokta karşımıza çıkar:
Birincisi: Cevher niteliklere ve yeteneklere sahip kişinin bu cevherin varlığından kendisinin haberdar olması ve bu dönüşümün gerçekleşmesi için bilerek isteyerek sürece katkı sağlaması.
İkincisi: Gençlerin başındaki büyüklerin, bu kişiler anne baba olabilir öğretmen olabilir, gençteki cevheri öncelikle fark edip sonra o cevherin özelliğini keşfederek o cevheri inkişaf ettirecek gerekli şartları yerine getirmesi.
Kaşıkçı Elması
Bu konuyu biraz daha açmak için müsaadenizle sizlerle dillere destan Kaşıkçı Elmasının meşhur hikâyesini paylaşmak istiyorum. Çünkü bir eğitimci olarak bu hikâye beni gerçekten çok etkiliyor. Hikâye ilginç. Öncelikle bu elmas nerede bulundu? Kim buldu ve nasıl buldu? Kaça sattı? Alan bu değerli taşı ne yaptı? Bu soruların izini beraber sürelim.
Kaşıkçı elmasını ilk defa rızkını çöplerden çıkaran, çöplerden bir şeyler toplayarak yaşayan bir adam buldu. Bu kişi 1600’lü yılların son çeyreğinde İstanbul’da Eğrikapı çöplüğünde çöpleri karıştırırken farklı bir taş parçası buldu. “Aaa! Ne kadar farklı, ne kadar parlak bir şeymiş ya!” dedi. Bunu hemen götürdü satmaya. Yolu bir kaşıkçıya düşen bu kişi sorar: “Böyle bir taş var elimde, buna ne verirsin.” Kaşıkçı taşı eline alır, sağına soluna bakar: “ Ancak üç kaşık eder, satarsan üç kaşığa alırım.” der. O kişi taşı satar ve sevinçle “Malı iyi kapattık ya! Allah’ın taşını üç kaşığa sattım” der. Çünkü kaşıklar nebatattır. Bitkidir, bitkiden olmadır. Öbürü cemadattır, cansızdır. Taştır adı üstünde! Adam kendince kârdadır. Çünkü bu kaşıklarla yemek yenir, çorba karıştırılır, birçok iş yapılır. Taşla ne yapacaksın ki!
Görünüşte kaşıkçı biraz daha işten anlayan birisi! Üç kaşığa aldığı taşı kuyumcu bir arkadaşına gösterir satmak için. Kuyumcu taşa 10 akçe değer biçer. “Al der sana 10 akçe.” Kaşıkçı iyi bir ticaret yapmanın sevinciyle ama nasıl bir serveti kaçırdığının da farkında olmadan taşı oracıkta satar, artık taş o kuyumcunun olur.
Evet, hikâye daha bitmedi devam ediyor. O kuyumcu da nasıl bir ticaret yaptığını daha iyi anlamak için aldığı taşı bir kuyumcu komşusuna gösterir. İkinci kuyumcu cevherden anlayan biri. Taştaki değeri fark edince “Ben de bu elmastan payımı isterim” diyerek sus payı talep eder. İki kuyumcu arasında niza çıkar, anlaşmazlık kavgaya döner. Olay sarayın kuyumcu basışına kadar akseder.
Kuyumcubaşı; “Ben bu değerli taşa saray namına el koyuyorum, saray namına bu elması alıyorum” diyerek kavgacıların eline birer kese altın vererek taşı alır. Olay burada da kalmaz. Olayın yankısı ta Köprülü Fazıl Ahmet Paşa yani dönemin Sadrazamı tarafından duyulur. Sadrazam kuyumcuyu çağırıp “Sen kim oluyorsun Kuyumcubaşı? Biz ki devletin başıyız, Sadrazamız! Devleti idare ediyoruz; o taş benimdir” der. O taşı istetir ve alır. Az zaman sonra bu hadise devrin padişahı Dördüncü Mehmet’in, meşhur Avcı Mehmet’in kulağına gider. O da Sadrazama haber gönderir, der ki “O taş bizimdir, Sultanındır! Tez bana getirile!” der, neticede çöplükte bulunan, değeri fark edilmeyen taş son sahibini bulmuş olur.
Sultan oğlu Sultan, dedeleri de Sultan olan 4. Mehmed Han, bir Hatt-ı Hümayun ile elması Saraya getirtir ve taş saraydaki mahir ustaların eline verilir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan, üç kaşık kadar değer biçilen o cevher taş işlenir. Sultanlara, padişahlara layık olan bu taşın içinden 86 kıratlık nadide bir elmas çıkar. Bu arada sarayın Kuyumcubaşısı da unutulmaz. Ona da bu nadide mücevheri saraya kazandırdığı için Kapıcıbaşılık rütbesiyle birlikte bir kese de altın bahşiş hediye edilir.
Farkındalık
İşte her cevherin içinde bir mücevher var. Ama fark edene! Onu fark edip de işleyebilene. Eğer farkındalık gösterip keşfedebilirsek her gencin içinde de ona özgü, o gence mahsus eşsiz bir mücevher mevcut. Eğitimin de gayesi bu olmalı zaten. Osmanlı bunu başardığı müddetçe ayakta kaldı, dünyaya güzellikleri yaydı. Çünkü Osmanlının gözünde eğitim; cevherin içinden mücevher çıkarma sürecidir. Medreseler, mektebler, tekkeler; cevherlerin arasından mücevherleri bulup çıkarma sanatının icra edildiği yerlerdir. Muallimler ise sadece bilgi aktaran, malumat yükleyen eğiticiler değil, cevherleri fark eden, yetenekleri keşfeden birer sarraf, birer maharetli ustadırlar.
Evet, eğitim çocukların, gençlerin cevher yönlerini keşfetmekle başlar. Süreç içinde bu keşfedilen cevherler, değerler inkişaf eder, sonuçta toplum birbirinden güzel, çok kıymetli mücevher şahsiyetler kazanmış olur.
Mimar Sinan
Mesela Mimar Sinan’ın mimarlık macerasının başlangıcını düşünelim. Sinan orduda, acemi oğlanlar ocağında sıradan bir askerdi. Lakin onda farklı bir cevher vardı. Ondaki bu potansiyeli ustaları önce dülgerlikle, marangozlukla ortaya çıkardılar. Böylece o kendisi de kendindeki cevheri fark etti. Zamanla değerden, cevherden anlayan yetenekli, kişilikli ustaların elinde Sinan’ın şahsiyeti ve mahareti işlenmeye, işlendikçe de şekillenmeye başladı, en nihayet acemi oğlanı olan Sinan, koca Osmanlının baş mimarı Mimar Sinan oldu.
Kendisi bu durumu şöyle anlatır: “Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi ve görgümü artırdım.”
Lütfen! Bazen çevremize bir de bu gözle bakmayı deneyelim. Kim bilir belki de geleceğin Mimar Sinanları, Itrileri, Ahmed Cevdet Paşaları, Mehmed Akifleri, Gazalileri, Bediüzzamanları yanı başımızdadır da bizden bir farkındalık bekliyorlardır.