Kur'an ve Sünnete Göre Ehl-i Kitabın Durumu - İdris TÜZÜN

KUR’ÂN VE SÜNNETE GÖRE EHL-İ KİTABIN DURUMU - İdris TÜZÜN

Daha önceki kutsal kitaplar –Tevrat, İncil ve Zebur- Hazret-i Muhammed’den (sav) haber vermektedir. Bu yüzden ehl-i kitap, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, peygamberimizi kendi evlatları gibi tanıyorlardı. Bu konuda, peygamberimizden haberdar olan ehl-i kitabın özür teşkil edecek cehaletlerinden söz etmek mümkün değildir.

Peygamberimiz, peygamberlerin hem sonuncusu hem de en büyüğüdür. O, bütün insanlara gönderildiği gibi, ehl-i kitaba da gönderilmiştir. Bu konuda Kur’ân’da ve hadis-i şeriflerde çok açık ifadeler bulunmaktadır. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav), ehl-i kitabı kendi peygamberliğine iman etmeye davet etmiştir. Onun davetine bazıları icabet ederken, bir kısmı da reddedip inkâr etmiştir. Kur’ân ve hadis-i şeriflere bakıldığında, ehl-i kitabın peygamberimizi bildiği halde iman etmeyen kısmının ebedi cehennemlik olacakları görülmektedir.

Tevhid inancında olmayan, Hazret-i Muhammed’in (sav) peygamberliğini inkâr eden, Kur’ân-ı Kerim’i kabul etmeyen ehl-i kitabın, cennetlik olacağını iddia edenlerin zaman zaman Üstad Bediüzzaman’ın sözlerini de kötü niyetlerine alet etmeye çalıştıkları görülmektedir. Üstad’ın telifi olan Risale-i Nur Külliyâtı incelendiğinde, onun ehl-i kitabın hak yolda olduğunu beyan eden sözlü veya yazılı hiçbir ifadesine rastlamak mümkün değildir. Üzülerek söylemeliyiz ki onun bazı ifadeleri yanlış anlam yüklenerek çarpıtılmaktadır.

Kur’ân ve hadislerin yukarıda zikredilen bu derece açık ifadeleri olduğu halde, ilgili âyet ve hadisleri maksadının aksine yorumlayarak, “Muhammedün Resulüllah”ı tasdik etmeden, sadece “Lâ İlâhe İllallah” demenin cennete girmek için yeterli olacağını iddia edenler, delilden mahrumdurlar. Onlar, bu konuda Kur’ân ve hadislerdeki açık ifadeleri bildikleri halde böyle bâtıl bir iddiada bulunmaktadırlar.

İslâmiyet Teslis İnancını Kabul Etmez

Aslî hüviyetini kaybetmiş bugünkü Hristiyanlıkta “Baba, oğul, Ruhü’l-Kuds” olmak üzere üç ilah anlayışı vardır. Buna da ‘üçleme’ manasında “teslis” denilir. Bu inanç, İslâm dininin tevhid anlayışına zıttır.

Hazret-i İsa (as), İsrailoğulları’na gönderilmiş bir peygamber olarak Allah’ın birliği üzerine dinini tebliğ etmişti. Hz İsa’nın (as) tebliğ ettiği bu dinin mesajları, yazıya geçirilmemişti. O, göğe yükseltildikten sonra, ağızdan ağıza anlatılanlar çok sonraları yazıya geçirildi. Fakat anlatılan bu rivayetler birbirinden çok farklıydı. Bu sebeple onlarca farklı İncil nüshaları ortaya çıktı. Hristiyanlar arasında ihtilaflar oluştu. Bu süreçte Hz İsa’ya (as) peygamber diyenler olduğu gibi, aşırıya kaçıp Allah’ın oğlu olduğunu ve ilah olduğunu savunanlar da oldu. İşte Hazret-i İsa’yı (as) ilahlaştıran düşüncenin temelinde bâtıl teslis inancı vardır.

İskenderiye kilisesi papazı olan Arius, İsa (as)’ın bir peygamber olduğunu, ilah olmadığını kabul ediyordu. Miladi 300 yıllarının başında onun bu inancını kabul eden insanlar oldukça çoktu.[1]

Roma İmparatoru Konstantin putperest iken Hıristiyanlığı kabul etti. Konstantin, miladi 325 yılında İznik’te 2048 piskoposu topladı. Bu toplantı tarihlere İznik konsili olarak geçti. Bunlar içinde teslise taraftar olan 318 kişi vardı. Kral Kostantin, teslis inancını kabul ettiğinden, azınlık olan 318 kişiyi destekledi ve 40-50 İncil içinden teslis inancına uygun Matta, Markos, Luka ve Yuhanna isimlerini taşıyan dört İncil seçildi, diğer İnciller yasaklandı.[2] Bu İncilleri, kimlerin hangi ölçülere göre seçtiğine dair herhangi bir bilgi yoktur.[3]

Bu dört İncil’in seçilmesinden sonra diğer İnciller yasaklandı. İsa (as)’ın bir ilah olmadığını söyleyenler aforoz edildi veya cezalandırıldı. Zamanla teslis anlayışı bütün Hıristiyanlar arasında yaygınlaştı ve Arius’un savunduğu Allah’ın birliği ve İsa (as)’ın peygamber olduğu anlayışı unutuldu. Böylelikle Hıristiyanlık, bozulmuş oldu.

Tevhid dini olan İslâmiyet, Allah’a ortak koşmak anlamına gelen şirkin her çeşidini reddetmektedir. Hıristiyanlıktaki teslis inancı da apaçık bir şirktir ve İslâm’ın inanç esaslarına zıttır. Bu konuyla ilgili bazı âyetler şöyledir:

Andolsun ki ‘Allah, kesinlikle Meryemoğlu Mesîh’tir’ diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk ediniz. Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur’ demişti. Andolsun ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allah’dan başka hiçbir ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir. Hâlâ Allah’a tevbe edip O’ndan bağışlanmayı dilemiyecekler mi? Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir. Meryem oğlu Mesîh ancak bir resûldür. Ondan önce de (birçok) resûller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.”[4]

“Allah, Meryemoğlu Mesîh’dir” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesîh’i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah’a kim bir şey yapabilecektir (O’na kim engel olabilir)!”[5]

“(Tanrı) üçtür demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah’tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi o’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”[6]

Bu âyetler konuyu, fazla izaha ihtiyaç bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Kur’ân ayetlerle açıkça reddettiği bu teslis inancını taşımak, mümin olmaya bir engeldir. Bu bâtıl inanç üzere olup İslâmiyet’i kabul etmeyerek Peygamber Efendimizi reddedenlerin, ahirette cennete girerek kurtulacaklarından bahsetmek mümkün değildir.

Günümüzde Yanlış Yorumlanan Bir Âyet

Buraya kadar aktardığımız âyet ve hadislerin konunun açıklığa kavuşması için yeterli olduğu kanaatindeyiz. Kur’ân’ın her hangi bir âyetini diğer âyetlerle birlikte, bir bütünlük içinde anlamak gerekir. Tefsir ilminde âyetlerin âyetlerle tefsir edilmesi en mühim esaslardandır. Bir âyeti ele alıp, onun diğer âyetlerle bağlantısını koparıp onlara aykırı bir şekilde yorumlamak, Kur’ân’ın manalarını tahrif etmek demektir. Nitekim bu konuda Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Yavaş olun ey kavim! Sizden önceki ümmetler peygamberlerine muhalefet etmekle ve kitabın bir kısmıyla diğer kısmını çürütmeye çalışmakla helak oldular. Muhakkak ki, Kur’ân’ın bir kısmı diğer kısmını yalanlamak için nazil olmadı, bilakis onun bir kısmı, diğer kısmını tasdik eder. Ondan bir şey öğrendiğiniz zaman onunla amel ediniz! Bir şeyi de bilemezseniz, onu bilen kimseye götürünüz (ona sorunuz!)”[7]

Bir âyete mana verirken diğer âyetlere aykırı mana vermek ya cehaletten ya da hakkı bildiği halde bile bile batıla taraftar olmaktan kaynaklanır. Her iki hal de insanı manevî yönden tehlikeli durumlara düşürür. Çünkü bir âyeti yorumlarken Allah’ın murat etmediği bir manayı âyete yüklemek, Allah’a iftira etmek manasına gelir. Peygamberimiz (sav) bu konuda “Kim ilmi olmadığı halde Kur’ân’ı (kendi görüşüne göre) tefsir ederse, o, ateşte oturacağı yeri hazırlasın”[8], “Kim Allah’ın kitabı hakkında kendi görüşüne göre konuşursa isabet etse de hata etmiştir.”[9] buyurmuş ve Kur’ân’a gelişi güzel mânâ verenleri korkutmuştur. Bu yüzden usûlsüz bir şekilde Kur’ân’a mana vermek –tefsir etmek- âlimlerce haram kabul edilmiştir.[10]

Yahudi ve Hıristiyanların cennete gireceklerini iddia edenler buraya kadar zikrettiğimiz âyetleri görmezlikten gelerek, manasını tahrif ettikleri bir iki âyeti iddialarına delil olarak sunmuşlardır. Ekseriyetle onlar şu âyeti öne çıkarmışlardır:

“Şüphesiz iman edenler; yani yahudilerden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah’a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.”[11]

Bir âyeti doğru anlamanın en mühim yolu, o âyetin sebeb-i nüzulünü bilmekle mümkündür. Bu ayetin sebeb-i nüzûlü olan şu rivayete bakalım:

Selman-ı Farisî Müslüman olmadan önce, tanıştığı bazı Hıristiyanların durumunu Peygamberimize sordu. Peygamberimiz (sav) “Onlar İslâm üzere ölmemişlerdir” (bir rivayette “Onlar cehennemliktir”) buyurdu. Selman der ki “(Peygamberimizin sözü üzerine) dünya benim için karardı. Ben onların yaptıkları ibadetleri anlattım. Daha sonra bu âyet nazil oldu. Peygamberimiz beni çağırdı ve “Bu âyet senin arkadaşların hakkında nazil olduKim beni duymadan önce İsa’nın dini üzere ölürse, o, hayır üzeredir. Fakat kim de beni duyar ve iman etmezse, o helak olur(cehennemlik olur)” buyurdu.[12]

Bu sebeb-i nüzûlden anlaşıldığına göre âyet peygamberimiz gönderilmeden önceki veya peygamberimizden haberdar olmayan insanlardan bahsetmektedir. Âhir zaman peygamberinin gönderilmesinden sonra onu bilen ve inkâr eden Yahudi ve Hıristiyanlardan bahsetmemektedir.

Bazı müfessirler bu âyetle daha önce Yahudi veya Nasranî iken Müslüman olanların kastedilmiş olacağını da söylemişlerdir. Örneğin müfessir ibn Cerir et-Taberî bu âyeti tefsir ederken “Burada Yahudi, Nasranî ve Sabiîlerin imanından kasıt, Muhammed (sav)’i ve onun Allah katından getirdiklerini tasdik etmektir.” demiştir.[13]

Fahreddin Razî bu konuda müfessirlerin ihtilaf ettiğini ve üç değişik tefsir olduğunu söylemiştir:

Birincisi İbn Abbas’ın kavlidir. Yahudi ve Hıristiyanların batıl itikatlarından uzak olarak Muhammed (as)’ın gönderilmesinden önce İsa (as)’a iman eden Kuss b. Saide, Rahip Bahira, habibi Neccar, Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Varaka, Selman-ı Farisî, Ebu Zer gibi kimselerdir. Sanki Cenab-ı Hak bu ayetle şöyle demektedir: “Muhammed gönderilmeden önce batıl bir din üzerinde olan Yahudi ve Hıristiyanlardan Muhammed’in gönderilmesinden sonra kim Allah’a, ahiret gününe ve Muhammed’e iman ederse onların ecri Rableri katındadır.”

İkincisi; Cenab-ı Hakk surenin başında önce münafıkların, sonra Yahudilerin yolunu zikretti. Bu ayette “iman edenler” kavliyle burada dilleriyle iman edip, kalpleriyle iman etmeyenler kastedilmiştir. Önce münafıklar, sonra Yahudi, Nasranî ve Sabiîler zikredilmiştir. Sanki Cenab-ı Hak bu ayetle “Bu batıl fırkalardan kim hakiki imanla gelir ve Allah katında müminlerden olursa” demektedir. Bu görüşte Süfyan-ı Sevri’ye aittir.

Üçüncü olarak; burada ayette “iman edenler” kavliyle Muhammed (as)’a hakiki olarak iman edenler kastedilmiştir. Bu maziye (yani Muhammed as gönderilmeden önceki zamana) aittir. Sonra “Kim Allah’a iman ederse” ifadesi ise müstakbeli (yani Muhammed as gönderildikten sonra gelecekte ona iman etmeyi) iktiza eder. Burada “önceden geçmişte iman edenler, imanda sebat edenler ve gelecekte de bu imanlarını devam ettirenler” kastedilmiştir. Bu kavilde mütekellimlere aittir.[14]

Razî bu söylediklerine ek olarak şöyle der: “Bil ki, Allah’a imana, onun gerektirdiği her şey, yani peygamberlere iman dâhil olmuştur. Ve yine ahiretle ilgili bütün ahkâm ahiret gününe imana dâhil olmuştur. Bu iki kavil dinlerin teklif ve ahiretteki sevap ve ceza konularını bütünüyle cem etmiştir.”[15]

İmam Kurtubî ise “Bu ayet müminlerden peygamber (as)’a imanı sabit olan kimseler içindir” demiştir.[16]

Diğer müfessirlerin görüşleri de bahsi geçen müfessirlerden farklı değildir. Hiç bir müfessir bu ayetten yola çıkarak Yahudi ve Hıristiyanlar cennetliktir dememiştir. Çünkü böyle bir iddia buraya kadar zikrettiğimiz ayetleri inkâr manasına gelir ki, bu da insanın imanını yok eder.

“La İlahe İllallah Diyen Cennete Girer” Hadis-i Şerifi Nasıl Anlaşılmalıdır?

Buraya kadar aktardığımız âyetler ve hadisler, peygamberimizin risaletini kabul etmeyenlerin, iman etmediklerini ortaya koymaktadır. Peygamberimizin “La ilahe illallah diyen cennete girer” hadisini de bu âyet ve hadislerden bağımsız olarak değerlendirmek doğru değildir. Bu hadis-i şerifi, iman esaslarının bütününü kabul ve tasdik ettikten sonra bunu da “La ilahe illallah diyen cennete girer” manasında anlaşılmalıdır. Nitekim aşağıda zikredeceğimiz sahih bir rivayet, bu konuya açıklık getirmektedir.

İbn Abbâs (ra)’den şöyle rivayet edilmiştir:

Bir heyet peygamberimizin huzuruna geldi. Peygamberimiz onlara dört şeyi emretti, dört şeyi de yasakladı. On­lara yalnızca Allah’a iman etmelerini emrettikten sonra:

“Yalnızca Allah’a iman etmek ne demektir, bilir misiniz?” diye sordu.

Onlar, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dediler.

Peygamberimiz, “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı eda etmek, ramazân orucunu tutmak ve ganimetin beşte birini vermenizdir” buyurdu.[17]

Dikkat edilirse, bu hadis-i şerifte Sevgili Peygamberimiz (sav), Allah’a iman etmenin içinde, İslâm’ın diğer esaslarının mevcut olduğunu açıklamıştır. Bu da gösteriyor ki Allah’a iman etmek, yani Lâ İlâhe İllallâh ifadesi, imanın bütün esaslarını içinde toplayan bir hakikattir.

Peygamberimiz bazı hadislerinde şöyle buyurmuştur: “İnsanlar ‘Allah’dan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın resulüdür’ deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum.”[18]

Yine bir rivayet şöyledir: “Hiçbir kimse yok ki kalbinden samimi olarak, Allah’dan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın resulü olduğuna şehadet etsin de Allah onu ateşe haram kılmasın.”[19]

Başka bir rivayette de ‘İnsanlar “Allah’dan başka ilah yoktur” deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum’[20] buyurmuştur.

Benzer bir hadis de şöyledir: ‘Kim Allah rızasını isteyerek “Allah’dan başka ilah yoktur” derse, Allah onu cehenneme haram kılar’[21]

Her ne kadar son iki hadis-i şerifte “Muhammed Allah’ın resulüdür” kısmı söylenmemişse de maksat bellidir. “Allah’dan başka ilah yoktur” kelime-i tevhidi “Muhammed Allah’ın resulüdür” kelamını da içermektedir. Bütün İslâm âlimleri konuyu bu şekilde izah etmişlerdir. Örneğin hadis ilminde otorite olan İbn Hacer bu konuda şöyle der: “Eğer bu hadiste niçin peygamberlik zikredilmedi, denilirse onun cevabı şudur: Burada kastedilen Kelime-i Şehadet’in bütünüdür. İlk kısım, Kelime-i Şehadet’in sembolü olduğu için o zikredilmiştir. Örneğin sen “Kul Huvallah’ı okudum” dersin. Aslında kastettiğin İhlâs Sûresinin bütünüdür.”[22]

Abdurrauf el-Münavî “Kimin son sözü La ilahe illallah olursa o cennete girer” hadisini izah ederken, “Ehl-i kitap da kelime-i tevhidi söylüyor. Burada onun karini (yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmı) niçin zikredilmedi?” sorusuna “Onun karini (delil veya Muhammed Allah’ın resulüdür kısmı) bu sözün peygamberimizden çıkmış olmasıdır”[23] diye cevap vermiştir. Yani bu sözün doğruluğunu kabul eden, sözü söyleyen zatı da tasdik etmek zorundadır.

Zemahşerî, “Allah’ın mescidlerini, ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden imareder”[24]ayetini tefsir ederken “Allah’a inanmak, Resûlüllah’a iman etmeyi de gerektirdiği bilindiğinden ve meşhur olduğundan ayette Peygambere iman zikredilmemiştir. Çünkü kelime-i şehadetin iki cümlesi birleşmiş, beraber olmuş, bir tek cümle haline geldiğinden Allah ve Resulünü kabul etmeyi birlikte ifade etmektedir. Birbirinden ayrılmadığından ‘Allah’a iman’ kelimesinin altında ‘Resûlüllah’a iman’da saklıdır.”[25] demiştir.

İslâm âlimlerinin bu konuda pek çok benzer açıklamalarına rastlamak mümkündür. Ancak biz bu kadar delilin yeterli olduğu kanaatini taşımaktayız.

Kur’ân ve hadislerin yukarıda zikredilen bu derece açık ifadeleri olduğu halde, ilgili âyet ve hadisleri maksadının aksine yorumlayarak, “Muhammedün Resulüllah”ı tasdik etmeden, sadece “Lâ İlâhe İllallah” demenin cennete girmek için yeterli olacağını iddia edenler, delilden mahrumdurlar. Onlar, bu konuda Kur’ân ve hadislerdeki açık ifadeleri bildikleri halde böyle bâtıl bir iddiada bulunmaktadırlar.

Fetret Ehli, Cennetlik midir?

Fetret, dinî bir kavram olarak, hak dine davetin kesintiye uğradığı dönem veya iki peygamber arasında tahrife uğramamış bir davetin olmadığı dönem manasına gelmektedir. Bu dönemde yaşayan insanlara da “fetret ehli” denilmektedir.[26] Fetret dönemi ifadesi bilhassa İsa (as)’ın dininin tahrif edildiği dönem ile peygamberimiz (sav)’in gönderildiği zaman arasında peygamberlerin olmadığı dönem için kullanılmaktadır.

Yüce Rabbimiz tarih boyunca kendi varlığını ve birliğini anlatmak için birçok peygamber göndermiştir. Her peygamber gönderildiği kavme Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ ederek sorumluluklarını bildirmiştir. Bu ilahî tebliğe muhatap olanların mesul oldukları bilinirken, kendilerine peygamber gönderilmeyen veya bir şekilde kendisine tebliğ ulaşmayan insanların durumunun ne olduğu İslâm alimleri arasında tartışma konusu olmuştur. Özellikle son peygamber olan Hazret-i Muhammed’in (sav) getirdiği İslâm dinini duymayanların durumlarının ne olacağı sorusu akılları meşgul etmiştir.

İslâm âlimleri, Peygamberimizden (sav) sonraki dönemlerde de fetret dönemine ait özelliklerin bulunabileceği kanaatini taşımaktadır. Peygamberimize ilk vahyin geldiği andan itibaren vefatına kadar geçen zaman diliminde, İslâm’ın ulaşmadığı birçok coğrafi bölge olduğu tarihi bir vakıadır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde dahi kitle iletişim araçlarına rağmen tebliğin ulaşmadığı yerler veya şahıslar bulunabilmektedir.

Bu görüşlerden yola çıkarak, Ehl-i Sünnet’in Eş’ârî ve Maturidî itikadî mezhep âlimleri, fetret ehlinin durumu hakkında farklı görüşler beyan etmişlerdir. İmam Maturidî’ye göre fetret dönemindeki insanlar Allah’ın varlığını ve birliğini aklıyla bulmak mecburiyetindedir. İmam Eş’ari ise “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz”[27] ayetine dayanarak fetret dönemi insanlarının ne halde olurlarsa olsunlar ‘ehl-i necat’ olacaklarını yani cehennemden kurtulacaklarını, kabul etmiştir.[28]

Bu konu hakkında Üstad Bediüzzaman Hazretleri de şöyle demektedir: “Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz.”[29] ayetinin sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak (ittifakla), teferruattaki hatalarından muahazeleri (sorgu-sualleri) yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arîce, küfre de girse, usul-i imanîde (imanın temel esaslarında) bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî (yükümlü olmak) irsal (peygamber göndermek) ile olur ve irsal dahi ıttıla (haberdâr olma) ile teklif takarrur eder (karar bulur). Madem gaflet ve mürur-u zaman (zamanın geçmesi), geçmiş peygamberlerin dinlerini setretmiş (perdelemiş); o ehl-i fetret zamanına hüccet (delil) olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî (gizli) kaldığı için hüccet olamaz.”[30]

Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî (ra) ise Hz Muhammed’in (sav) peygamber olarak gönderilmesinden sonra insanları üç kısma ayırmıştır.

Birinci kısım: Peygamberimizin ismini duymamış, kendilerine İslâm tebliğinin ulaşmamış olduğu kimseler. Bunlar ehl-i necat olacaklardır.

İkinci kısım: Kendilerine İslâmiyet tebliğ edilmiş olanlar. Bunlar İslâm’ı kabul etmezlerse cehennemlik olurlar.

Üçüncü kısım: İslâm’ın kendilerine yanlış tanıtıldığı kimselerdir. İmam Gazalî “Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir” der.[31]

Kelime-i Tevhid Hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin Görüşleri

Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği Risale-i Nur külliyatına bakıldığında Hazret-i Peygambere (sav) iman etmeyen kişinin ebedi saadete ermesinin mümkün olmayacağının anlatıldığı görülmektedir. Bediüzzaman, imanın ancak Hazret-i Peygamberi (sav) kabul etmekle tamam olacağını savunmaktadır. Hazret-i Muhammed’i (sav) duyduğu ve bildiği halde peygamber olarak kabul etmeyen insanların Müslüman olmayacağını, iman sahibi kabul edilemeyeceğini ve kâfir olduklarını, kelime-i şehadetin iki cümlesinin birbirinden ayrılamayacağını söylemektedir. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu konudaki görüşlerini aynen naklediyoruz:

“Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahid-i sadıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet, ulûhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Muhammed Aleyhisselâm, Sâni-i Zülcelâle zâtıyla ve lisanıyla bürhan-ı innîdir.”[32]

Mektubunuzda “Mücerred (yalnızca) [la ilahe illallah] kâfi midir? Yani [Muhammedün Resûlüllah] demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki: Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz. (…) Peygamber’i işiten ve davasını bilen âdemler onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız [la ilahe illallah] kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul değil, belki o kabul-i ademdir ve o inkârdır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev’-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr eden âdem, elbette hiç bir cihette hiç bir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter.[33]

“Kâfirin iki mânâsı vardır: Birisi ve en mütebadiri dinsiz ve münkir-i Sâni demektir. Şu mânâ ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hakkımız yoktur.İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mânâ ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar.”[34]

Üstad Bediüzzaman “İşaratü’l-İ’caz” adlı eserinde “Onlar sana indirilene ve senden önce indirilenlere de iman ederler[35] ayetini tefsir ederken, şöyle der:

“Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara imân ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (sav) ile Kur’ân’a da İmân ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (sav) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (sav) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (sav) de resulü olduğunu tarik-i evla ile kabul ediniz ve etmelisiniz.”[36]

Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i kitabın, tevhid inancını, Hazret-i Muhammed’in (sav) peygamberliğini ve Kur’ân-ı Kerim’i kabul etmeleri halinde ehl-i necat olacaklarını ifade eden sözlü bir rivayet de şöyledir:

1953 yılında Üstad Bediüzzaman yanında bir talebesiyle Fener Patriğiyle görüştü ve ona:

“Hıristiyanlığın din-i hakikisi kabul etmek, Hazret-i Muhammed’i de (sav) peygamber ve Kur’an-ı Kerimi de Kitabullah olarak kabul etmek şartıyla, ehl-i necat olacaksınız.” dedi.

Patrik Althenagoras cevabında: “Ben kabul ediyorum…” deyince Bediüzzaman:

“Pekâlâ, siz bunu dünyanın diğer ruhanî reislerine de söylüyor musunuz?” dedi.

Patrik: “Söylüyorum, amma onlar kabul etmiyorlar.” diye cevab verdi.[37]

Üstad Bediüzzaman’ın Sû-i İstimal Edilen Sözleri

Bu başlık altında, Üstad Bediüzzaman’ın sû-i istimal edilen sözlerine veya ona ait olmadığı halde ona nispet edilerek yaygınlaştırılmaya çalışılan bazı düşüncelere açıklık getirmeye çalışacağız.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ehl-i kitabın hak yolda olduğunu beyan eden sözlü veya yazılı bir ifadesine rastlamak mümkün değildir. Ancak onun bazı ifadeleri yanlış anlam yüklenerek çarpıtılmaktadır. Meselâ bu konuda Bediüzzaman’ın su-i istimal edilen bir ifadesi şöyledir:

“Hattâ hadîs-i sahihle, âhir zamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı ve meslektaşı ve kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza’ etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”[38]

Üstad, İsevilerin hakiki dindarlarıyla, ehl-i Kur’ân’ın müşterek düşmanlarına karşı ittifak edeceğine dair sahih hadisler olduğunu söylemektedir. Üstadın bahsettiği hadisin şu hadis olması muhtemeldir: “Müslümanlarla Rumlar arasında bir anlaşma ve sulh olacak, hatta onlarla beraber düşmana karşı savaşacak ve ganimeti aralarında paylaşacaklar.”

(Ahmed b. Hanbel, Müsned: c. 4, s. 91, Çağrı Yayınları; Muhammed Resul Berzencî, el- İşaa Li Eşrati’s-Saat, s. 181. (Nuaym b. Hammad’dan naklen); Ai el-Müttaki, Kenzü’l-Ummal, c. 14, hn: 38451; c. 11, hn: 31526. Benzer bir hadis)

Ayrıca bu hadisteki manayı teyit eder bir olayı bizzat Peygamberimizin hayatında da görmekteyiz. Peygamberimiz (sav), Medine’ye hicret ettiği zaman, muhacir, ensar ve Medineli Yahudiler arasında ortak bir anlaşma kaleme aldırdı. Bu anlaşmaya göre Medine’ye herhangi bir taarruz olduğunda bu üç grup birlikte, müşterek düşmanlarına karşı savaşacaklardı.[39]

Bizzat Peygamberimizin fiilinden ve ahirzamandan bahseden bir sözünden yola çıkarak, Müslümanların müşterek düşmanlarına karşı ehl-i kitapla ittifak etmelerinin, yanlış bir şey olmadığını, buna binaen Üstadın sözünün de doğru olduğunu söyleyebiliriz. Fakat ortak düşmana karşı ehl-i kitapla ittifak ayrı şey, onların cennetlik olduğunu söylemek ayrı şeydir. Üstad bu ifadesiyle ehl-i kitabın hak yolda olduğunu söylememektedir.

Yanlış anlaşılan ikinci bir ifade de Bediüzzaman’ın, Hristiyanların cennetlik olduğunu iddia ettiğiyle ilgilidir. Yukarıda Üstad’ın “Ehl-i kitabın Peygamberimizi ve İslâmiyet’i inkar ettikleri için onların kâfir olduklarını”[40] söylediğini nakletmiştik. Burada dikkat edilirse Üstad ehl-i kitabın kâfir olduklarını açıkça söylemektedir.

Üstad’ın İkinci Dünya Savaşı zamanında yazdığı ve çokça suistimal edilen bir mektubu şöyledir:

“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:

Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

  1. Musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
  2. On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (sav) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (as) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (as) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum.
  3. Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.
  4. Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semavîyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”[41]

Dikkat edilirse Üstad İkinci Dünya Savaşı’ndaki insanları 4 kısma ayırmaktadır:

  • 15 yaşın altında olanlar
  • Masumlar
  • Gaddar zalimler
  • Mazlumların imdadına koşanlar

15 yaşın altında olanlar, dinen sorumlu olmadıkları için ehl-i necat oldukları hakkında İslâm âlimleri arasında bir fikir birliği vardır.

Suistimal edilen ikinci kısma gelince; Üstad’ın, masumların ehl-i necat veya manevi şehit oldukları hakkındaki görüşü, onları ehl-i fetret olarak değerlendirdiği içindir. Mektupta fetret ehli insanlar, hak bir dinin tebliğinden mahrum olduklarından sorumlu tutulmadıkları gibi, İkinci Dünya Savaşı’nda İslâmiyet’ten haberdar olmayan insanlar da, fetret dönemindeki insanlara benzetilerek, onların da ehl-i necat olabileceğine işaret edilmiştir. Nitekim bu konuyu yukarda ele almıştık.

Kur’ân, Ehl-i Kitapla Dost Olmayı Yasaklamıştır

Peygamberimiz (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra, Medine Yahudileri ona ve sahabelerine düşman oldular. Müşriklerle ve münafıklarla ittifak ederek, Müslümanlara her türlü kötülüğü yaptılar. Günümüzdeki ehl-i kitabın peygamberimiz dönemindeki ehl-i kitaptan farkı yoktur. Hatta günümüzdeki ehl-i kitap, düşmanlıkta daha da ileri gitmişlerdir.

Aşağıdaki âyetler, hem peygamberimiz zamanındaki hem de günümüzdeki Müslümanlara ehl-i kitab ile dost olmayı yasaklamaktadır.

“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez. Kalplerinde hastalık bulunanların: “Başımıza bir felâketin gelmesinden korkuyoruz” diyerek onların arasında koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih yahut katından bir emir getirir de onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olurlar.”[42]

Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah’tan korkun; eğer müminler iseniz.”[43]

“Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız, âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz. Siz, bütün kitaplara inanırsınız; onlar ise, sizinle karşılaştıklarında ‘inandık’ derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: Kininizden (kahrolup) ölün! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir.

Size bir iyilik dokunsa, bu onları tasalandırır; başınıza bir musibet gelse, buna da sevinirler. Eğer sabreder ve korunursanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.”[44]

[1] Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, Işık Yayınları, İzmir, 1996, s. 281-282.

[2] Muhammed Ebû Zehra, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Fikir y, 1978, İstanbul, s. 230. Bu 4 İncillerin hiçbiri İsa (as)’ın dili olan İbranice değil, Latince yazılmıştı ve dördü de İsa (as)’ın hayat hikâyesi (biyografisi) şeklindeydi.

[3] Muhammed Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm İle Diğer Semâvî Kitapların/Sayfaların Karşılaştırmalı Kısa Bir Tarihi, Çev. Bahattin Dartma, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, c. VII (2007), sayı, 3, s. 160.

[4] Maide, 72-75

[5] Maide, 17

[6] Nisa, 171

[7] Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 181.

[8] Tirmizî, age. Tefsîr, 1, hn: 2950, 2951

[9] Tirmizî, age. Tefsîr, 1, hn: 2952; Ebû Dâvûd, Süne., İlm, 5, hn: 3652

[10] Bedrüddin Muhammed b. Abdullah ez-Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Tah: Muhammed Ebû’l-Fazl İbrahim, Mektebetü’l-Asrıyye, Beyrut, 2009, c. 2, s. 105; Muhammed Ali es-Sâbûnî, Muhtasar Tefsiri İbn Kesir, Dârü’l-Kur’ân’ü’l-Kerim. 1393. Beyrut, c. 1, s. 12.

[11] Bakara, 62

[12] İmam Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensur, Darü’l-Fikr, c. 1, s. 182; Benzer bir rivayet için bkz. ibn Cerir et-Taberî, Câmiü’l-Beyan, Müessesetü’r-Risale, 2000, c. 2, s. 154; Muhammed Ali es-Sabunî, Muhtasar Tefsiri İbn Kesir, Dârü’l-Kur’ân’ü’l-Kerim, Beyrut, 1393, c. 1, s. 71.

[13] Taberî, age. c. 2, s. 148.

[14] Fahreddin Razî, age. c. 2, s. 113.

[15] Fahreddin Razî, age. c. 2, s. 114.

[16] Kurtubî, age. c. 1. s. 436.

[17] Buharî, İman, Bab, 40; Müslim, İman, Bab, 6, hn: 17 (24).

[18] Buharî, İman, Bab, 17.

[19] Buharî, İlim, Bab, 49.

[20] Buharî, Salat, Bab, 28.

[21] Buharî, Rikak, 6.

[22] İbn Hacer el-Askalanî, Fethü’l-Bari, Darü’l-Marife, 1379, c. 1, s. 104.

[23] Abdurrauf el-Münavî, Feyzü’l-Kadir, c. 6, s. 268.

[24] Tevbe,18

[25] Zemahşerî, el-Keşşâf, Dârü’l-Marife, Beyrut, 2002, s. 427.

[26] Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, İSAM Yayınları, İstanbul, 2010, s. 92.

[27] Isra, 15; Ayrıca bkz. Maide, 19; Nisa, 165; Taha, 134

[28] Mahmud Âlusî, Ruhu’l-Maanî, Dar’ü İhyaü’t- Türasi’l Arabî, Beyrut, c. 15, s. 40.

[29] Isra, 15

[30] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 269 (28. Mektup)

[31]İmam Gazali, İslâm’da Müsamaha (Faysalu’t-Tefrika Beyne’l-İslâm ve’z-Zendaka), Marifet Yayınları, İstanbul, 1990, s. 71-73.

[32] Bediüzzaman Said Nursî, Asar-ı Bediiyye, s. 46.

[33] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 161.

[34] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 364.

[35] Bakara, 4

[36] Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, Altınbaşak Neşriyat, s. 44.

[37] Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Yayınları, 1990, s. 405.

[38] Bediüzzaman Said Nursî, Lemalar, Altınbaşak Neşriyat, s. 158.

[39] Asım Köksal, İslâm Tarihi, Medine Devri, Şamil Yayınları, 1991, c. 1, s. 173; Bütün Yönleriyle Asrı Saadet’te İslâm, Beyan Yayınları, 1994, c. 2, s. 169-185.

[40] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Altınbaşak Neşriyat, s. 364.

[41]Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, Altınbaşak Neşriyat, s. 140.

[42] Maide, 51, 52

[43] Maide, 57

[44]Al-i İmrân, 118-120

 
 


Sayfa Kategorisi: İrfan Mektebi Dergisinden