Alem-i İslam'ın Anahtarı Türkiye'dir - İdris TÜZÜN
Avusturya Macaristan İmparatorluğu veliahdı François Ferdinand’ın, Saraybosna’yı ziyareti esnasında 28 Haziran 1914 tarihinde bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip tarafından suikastla öldürülmesi[1] dünya tarihinin eşine az rastlanır dönüm anları arasında yer almıştır. Gavrilo Princip’in kalabalığı yara yara yaklaşarak açtığı ateş, silahından çıkan kurşun, yalnızca veliahdı öldürmekle kalmamış; bir düzineden fazla devletin dâhil olacağı, 8,5 milyon insanın hayatını kaybedeceği, 21 milyon insanın yaralanacağı, 7 milyondan fazla insanın kaybolacağı, sosyal ve siyasi sonuçları itibariyle etkileri günümüze kadar uzayan,[2] imparatorlukları yıkan sınırları değiştiren bir savaşın 28 Temmuz 1914’te başlamasına neden olmuştur.
Dört yıl süren savaşın sona ermesi, sonrasında yapılan ateşkesler ve anlaşmaların çarpıklığı dünyanın tekrar dengeye gelmesine neden olmamıştır. Savaşın sonucu Türkiye için Kurtuluş Savaşı sürecini başlatırken, dünyanın geri kalanı için ‘İkinci bir Dünya savaşına giden süreci hazırlayan dönem’[3] olmuştur. 1 Eylül 1939 sabahı Almanya’nın Polonya’yı işgaliyle başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın[4] sonuçları ve etkileri de Birinci Dünya Savaşı’ndan daha az olmamıştır. Savaşın başladığı tarihten, savaşı sona erdiren 5 Mayıs 1945’te Amiral Dönitz’in Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olduğunu kabul eden anlaşmayı imzaladığı tarih ile Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından sonra Japonya’nın teslim olduğu 14 Ağustos 1945 tarihine kadar olan 5 yılı aşkın zaman dilimi içerisinde 60 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş, başta Avrupa olmak üzere dönemin ekonomik, sosyal ve siyasal yapısı tahrip olmuş, bunun yanı sıra ülkelerin fiziki alt ve üst yapılarını da ortadan kaldırmıştır.[5]
Eric Hobsbawm’ın ‘aşırılıklar çağı’[6] olarak nitelendirdiği birbirini takip eden bu on yılların hemen her anında, insanlık daha önce eşine az rastlanır aşırılıklara, barbarlıklara, gaddarlıklara, yıkımlara muhatap olmuştur. İnsanların maddi-manevi, ruhi-bedeni, psikolojik-fizyolojik yara ve travmaları sonraki on yıllar boyunca da devam etmiştir.
Dönemin bireylere olan doğrudan etkisi kadar, yine bireyleri hem doğrudan hem de dolaylı olarak etkileyen bir başka sonucu da küresel sistem ve sistemin aktörleri üzerinde ortaya çıkmıştır. Her iki savaş merhalelerini geçiren sistemin bir kısım aktörleri; coğrafi genişliklerini, jeopolitik üstünlüklerini, siyasi ve ekonomik güçlerini kaybetmişlerdir. Bu kayıplar, içerisinde Türkiye’nin de yer aldığı bir kısım aktör ülkelerin dünya üzerindeki politik statülerinin değiştiği, konumlarının güncellendiği, yeniden tanımlandığı bir tablo ortaya çıkarmıştır.
Dünya savaşları sonrasında oluşan yeni sistem içerisinde; yeni bağımlı devletler, yeni bağımsız devletler, bağımsızlığını daha sonradan elde eden devletler, küresel ittifaklar, uluslararası örgütler, bölgesel savaşlar, yeni süper güçler, eski süper güçler, bölgesel güç olanlar, bölgesel güç olmaya aday olanlar, soğuk savaşlar, sıcak savaşlar, değişen rejimler, gelişen rejimler vb. gibi çok yönlü seyreden gelişmeler ve karmaşık bir ilişkiler bütünü söz konusudur.
Dünyanın geneline ilişkin tabloyu şüphesiz ki bölgeler ve ülkeler nezdinde cereyan eden özel münhasır detaylar oluşturmaktadır. Bütün bu süreç içerisinde, günümüzde İslam Dünyası olarak nitelendirilen coğrafyanın, günümüzde ve günümüze değin yaşadığı serüven de yukarıda belirtilen dönüm noktalarını da içeren dünya tarihinin hem bir parçası hem de bir sonucudur.
Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde çatırdamaya başlayan, emareleri görülen, hissedilen, öngörülen İslam Dünyasının birliği ve bütünlüğünün parçalanması, Birinci Dünya Savaşı ile vukua gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Kurtuluş Savaşı süreci geçiren Türkiye’nin dışındaki diğer İslam coğrafyalarında bağımsız devletlerin kurulması, siyasi egemenliklerin sağlanmasının onlarca yıl sonrayı bulduğu görülmektedir.
Zamanı Müşahede Ederken Zamanı Tahlil Etmek
- yy’ın kısa tarihini yazan Hobsbawm, 20. yy tarih yazıcılığının diğer dönemlerden farklı olduğunu, bu dönemi yazarken ikinci ve üçüncü kaynaklardan ya da başka tarih kitaplarından derlenerek yazılan tarih ile yaşanarak yazılan tarihin bir olamayacağını, kendi hayatının bu tarihi hadiselerin pek çoğu ile çakıştığını, kendisinin hadiselerin bilinçli bir çağdaşı olduğunu vurgulamaktadır.[7]
Hobsbawm’ın bu tespiti, “dönemin tarih yazımcılığı” için önemli olduğu kadar, “dönemin tahlil yazımcılığı” açısından da önemlidir. Dönemin büyük hadiseleri henüz başlamadan önce uyarılar, sorunlarının tespiti, öngörüler, büyük sorunlar ve felaketler başladığında devam eden süreçle ilgili yapılan tespit, uyarı ve öneriler; daha felaketler devam ederken sonraki dönemlerle ilgili yani geleceğe ilişkin muhtemel öngörüler, uyarılar ve öneriler dönemin hadiseleriyle çağdaş olan mütefekkirlerin tahlillerinin mahiyetini oluşturmaktadır.
Bu tarz tahliller, geçmişi ve tarihi analiz etmekten öte zaman-ı hazırın tespiti, gidişata tesiri amaçlamakta olduğundan önemlidir. Hızla yaklaşmakta olan muhtemel felaketler zincirine karşı yüksek sesle haykırış içeren bir uyarı ve bir çırpınıştır. Bu tarz tahliller, dönemindeki ve gelecekteki haziruna, bütün bireylere tedbir ve vazifelerini hatırlatan bir çağrıdır.
Zaman İçinde Bediüzzaman[8]
Bediüzzaman Said Nursi’nin 1877 yılında başlayan ve 1960 yılında vefatına kadar olan tarihçe-i hayatı, yukarıda iki paragrafta kabaca özetlenen, ancak detaylarına inildiğinde ciltlerce kitaplara konu olan, dönemin hemen her bir bireyinin hayatını doğrudan etkileyen, sonraki dönemlerde de pek çok bireyin hayatını etkilemeye devam eden, bireylerin yanı sıra devletleri ve uluslararası kuruluşlara kadar siyasi, iktisadi, askeri eksenli pek çok hadisatın muhataplığı ve müşahitliği ile geçmiştir. Yani Bediüzzaman Hazretleri; Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine, 31 Mart Hadisesi’ne, imparatorluğun yıkılışına, Birinci Dünya Savaşı’na, Kurtuluş Savaşı’na, yeni Cumhuriyetin kuruluşuna, toplumsal, siyasal, sosyal dönüşüme, İkinci Dünya Savaşı’na, İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme, tek partili hayata, çok partili hayata, Çarlık Rusya’sına, Sovyet Rusya’sına, Nazi Almanya’sına, Mussolini İtalya’sına, Normandiya çıkarmasına, Pearl Harbour baskınına, Japonya’ya atılan atom bombalarına, bugünkü Avrupa Birliği’nin temellerinin atıldığı Roma Anlaşması ve AET’nin kuruluşuna, Ortadoğu bölgesinin sömürgeleştirilmesine, İsrail, Irak, Suudi Arabistan, Suriye, Libya gibi devletlerin kurulmasına ve bütün bu hadisat içerisinde Türkiye’nin konumlanmasına, vb. örnekleri çoğaltılabilecek pek çok tarihi hadisatın bir mütefekkir ve âlim olarak çağdaşıdır.
Onun hadiselerle olan çağdaşlığının mahiyetinde; at üstünde talebeleri ile birlikte işgal kuvvetlerine karşı savaşmak, savaşırken ilmi eser telif etmek, Şam’ın Camii Emevi’sinde içinde yüzden fazla ulemanın da bulunduğu on bin kişilik bir cemaate hutbe irad etmek, Rusya’da esir olmak, Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye’de azalık, Meclis-i Mebusan tarafından Ankara’ya davet, sürgünler, hapisler, mahkemeler, telif edilen eserler, talebeler gibi fevkalade geniş bir yelpazeye yayılan hadiseler zinciri yer almaktadır.
Bir âlim ve mütefekkir olarak bütün bu hadisat silsilesi içerisinde, Bediüzzaman Hazretleri tarafından telif edilen eserlerde; insanın uhrevi hayatı, enfüsi âlemi, kâinatı tefekkür metodolojisi, kâinatı ve insanı tanıma ve anlama, imanın erkânının ispatı, imanını tahkik etme gibi hususlara yoğun olarak yer verildiği görülmektedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde ön plana çıkan bir diğer husus ise; dönemin siyasi, iktisadi ve askeri hadiselerinin özeline, detayına girilmeden, nazarlar hadiseler içerisinde kaybedilmeden, dönemin İslam Dünyasının, İslam Dünyası mensubu bireylerin halinin ve ahvalinin tahlili yapılmaktadır. Bu tahlillerde dönemin İslam Dünyasının geri kalmışlığının, yaşadığı sorunlar ve hastalıkların neler olduğu ve nedenlerinin ne olduğunun tespiti yapılmaktadır. Bu tahliller salt tespit ile sınırlı kalmamakta ayrıca çözüm önerileri ve reçeteler sunulmaktadır.
Birey ve Küresel Dengeler
Bugün uluslararası sistemin, büyük aktörler arasında kurulmuş ve gözetilen dengeler üzerinde yürüdüğü açıktır. Başta Ortadoğu Bölgesi olmak üzere İslam Dünyasının bir parçası olarak kabul edilen devletlerin, uluslararası sistem üzerindeki etkinliklerinin derecesini, sisteme müdahalelerinin ölçüsünü, yaşaya geldikleri sıkıntılar üzerinden ölçmek mümkündür.
Başta Ortadoğu olmak üzere, İslam Dünyasının kan ve gözyaşı eksenli yaşadığı “sıkıntı hali” bugün ortaya çıkmış olmayıp son yüzyılı aşkın süredir devam edegelmektedir. Bu süre içerisinde asır değişmiş, insanlar değişmiş, aktörler değişmiş, sınırlar değişmiş, küresel sistem değişmiş, hadiseler değişmiş ancak İslam Dünyasının yaşadığı “sıkıntı” olgusu değişmemiştir. Bu genel ahvalin çözümünün her bir olaya münhasır sebepleri, sonuçları ve çözümleri mutlaka bulunmaktadır. Ancak bu hadiselerin sürekli belli bir coğrafyada yaşanıyor olmasının daha temel nedenlerinin olduğu aşikârdır. Temeline inilmeden yapılan çözümleme ve çözüm üretmeler yeni olumsuz hadiselerin yaşanmasını engellemeyeceği, önleyici bir tedbir olmayacağı gibi, çok sayıda sorunu çözmek gibi üstün bir enerji ihtiyacı ortaya çıkaracaktır.
Bediüzzaman Hazretlerinin 1911 yılında Camii Emevi’den başlayarak yapmış olduğu çağrılar bu bağlamda ehemmiyetlidir. Yaklaşmakta olan muhtemel sorunları tespit, hadiseler henüz hız kazanmadan önleyici tedbir, sorun çıktığında izale edici reçete olan bu hitaplarında muhataplar hep bireyler olmuştur. İslam Dünyasının bütününe, isimlerini zikrederek muhtelif kavimlere ve doğrudan bireylere şeklinde iç içe geçmiş daireler halindeki bu hitapların merkezinde temel aktör birey ve onun tutumudur.
Daha sonra telif edilen Uhuvvet Risalesi, İhlas Risalesi gibi bölümlerin bütününde, bunların dışındaki risalelerin muhtelif yerlerinde de bireye olan odağı belirgindir. Bediüzzaman’ın tahlillerinde ve tespitlerinde, bireyi soyutlayan ve sorunların nedeni ve çözümü olarak da soyut bir küresel sistemi adres gösteren yaklaşım bulunmamaktadır. Tam tersine, doğrudan bireye sorumluluk ve vazife yükleyen, onun düşünce, tutum ve davranışlarını bu doğrultuda şekillendiremeye matuf tavsiyeler taşıyan bir yaklaşım ön plandadır.
Bugün uluslararası sistemi, uluslararası ilişkileri teorilendiren, izah eden, önemli yaklaşımların merkezinde de insan yani birey yer almaktadır. Sistem, bireylerin fıtratı ve davranışları üzerinden izah edilmektedir. Bireylerin tutumunun umum sisteme aksettiği değerlendirilmektedir. İnsanın özünde kötü olduğundan hareket ve realist yaklaşım olarak nitelendirilen akımın kurucularından Hans Morgenathau’ya göre, insanlar arasındaki ilişkileri güç ve çıkar belirlediği gibi, uluslararası ilişkilerinde belirleyicisi güç ve çıkardır. Buna karşılık idealist teori olarak nitelendirilen yaklaşım ise, insanın kötü olmadığına vurgu yaparak ve devletler arası işbirliğine imkân tanır.
Bediüzzaman Hazretleri İhlas ve özellikle Uhuvvet Risalesi isimli eserlerinde bireylerin, kendi aralarında nasıl davranması ve nasıl davranmaması gerektiği hususlarında bir çerçeve ortaya koyarken, insanlar arasındaki bu ilişkinin İslam Dünyasına olan izdüşümünü, ortaya çıkaracak neticesini de belirtmektedir. Uhuvvet Risalesi isimli eserinde bu ilişki biçiminin karşılığı zillet ve esaret altına girmemek, İslam Dünyasındaki bireylerin hayatlarını ve hukuklarını muhafaza etmek olarak tanımlanmıştır. İhlas hakkında olduğu beyan 20. Lem’a isimli eseri de Uhuvvet Risalesi ile paralellik arz etmekte, “ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten” kurtarmanın yolunun ittifak ile hareket etmekten geçtiği kuvvetle ifade edilmektedir.
Bütün bu ifadelerden, tavsiyelerin her ne kadar insani ve sosyal ilişkilere ilişkin olduğu ilk planda göze çarpsa da, neticesinin İslam Dünyasının mevcut sıkıntılarını giderecek bir yapısal durum ortaya çıkaracağı, uluslararası sistem üzerinde bir revizyon oluşturabileceği çıkarımında bulunabilinir.
En Birinci Vazife
Bediüzzaman Hazretleri yine 20. Lem’a isimli eserinde yer verdiği “…ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telakki edip…” ifadeleriyle bir tespit, bir gelecek öngörüsünün yanı sıra zillet ve esaret istenmiyorsa bir vazife sıralamasında bulunmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri bu mevzularda “Ey ehl-i Hak” ifadeleriyle bütün ehli imanı muhatap alan bir çağrıda bulunmaktadır. Risale-i Nur’ların Türkiye’de ve Türkçe telif edilmiş olmaları ise, telif edildikleri dönemden başlayarak, önce bu coğrafyada yaşayanların dikkatine ve istifadesine sunulduğu olarak değerlendirilebilinir. Risale-i Nur’ların başka dillere tercümeleri söz konusu olsa da, uzun yıllar boyunca bunun mümkün olamamış olması ve hal-i hazırda bu coğrafyalarda daha fazla teveccüh görmesi, bu coğrafyada yaşayanlara öncelikle istifadesine sunulduğuna ilişkin bir durumu ortaya çıkarmaktadır.
Geçmişin Potansiyeli Geleceğin Ümidi
Bediüzzaman Hazretleri 20. Lema’da “…ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı…” ve “…bu ehl-i hakkın mağlubiyeti zamanında…” ifadelerini kullanması, İslam Dünyasının halinin ve ahvalinin son derece farkında olduğunu göstermektedir. Ancak yaşadığı dönemdeki İslam Dünyasının ahvaline bakarak asla bir ümitsizlik içerisinde olmamış tam aksine geleceğe dair hem kendisi ümitvar olmuş hem de çevresine ümit aşılamıştır. Bu bağlamda ümitsizliği de İslam Dünyasının geri kalmışlığının sebepleri arasında göstermiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin açık ve net olarak kullandığı “ümitvar olunuz…” ifadeleri, kuru bir umut aşılamanın ötesinde, Anadolu’nun tarihten gelen potansiyelinin hatırlatılması ve bu doğrultuda çalışılmasına matuftur. Ümitvar olmak, var olan potansiyelin üzerinden yürütülecek bir hissiyattır. Var olmayan potansiyel üzerinden bir gelecek kurgusu yapmak muhali hayal etmek anlamına gelecektir. Prof. Osman Turan’ın “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi[9]” isimli eserinde detaylıca anlattığı ve tarihin değişik dönemlerinde açığa çıkan bu potansiyele Bediüzzaman Hazretleri 26. Mektub’da “İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslamiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz” ifadeleri ile işaret etmektedir. O, Anadolu’yu “Âlem-i İslam’ın anahtar merkezi” olarak nitelendirmiş, “Buranın düzelmesi Âlem-i İslam’ın düzelmesine vesile olacak” demiştir.
Şüphesiz ki bu düzelmenin içerisinde Ulum-u Diniye’ye verilmesi gereken ehemmiyet olduğu gibi Ulum-u Fenni’ye de yer almaktadır. Bediüzzaman “cehalet-zaruret ve ihtilafı” düşman olarak tanımlamıştır. Cehalet ve zarureti de en az ihtilaf kadar karşısına almış, izale edilmesini amaçlamıştır.
Anahtar Ülke: Türkiye
Değişen zamanın içerisinde hadiseler, aktörler, insanlar, ülkeler, sınırlar, coğrafyalar vb. unsurlarda değişe değişe günümüze kadar gelinmiştir. İslam Dünyasının bir kısmı, hala kan ve gözyaşı içerisindedir. İslam coğrafyası, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı esnası, arifesi ve arkasında olduğu gibi ağır koşullar ve fakirlikler altında değildir. İslam Dünyasının diğer bir kısmı zaruret halinden kurtularak zenginleşmiş, bir diğer kısmı da nispeten cehaletten sıyrılmış, marifet noktasında çaba göstermeye başlamıştır. Henüz yeterli olmayan bu gelişmelere, cılız denemeleri yapılan ihtilaftan kurtulmaya çalışma hali ve gayesi de eklendiğinde İslam Dünyası ve coğrafyasının konumu ve aktörlüğü de değişecektir.
Türkiye’nin son yıllarda gerek ekonomi, gerek siyasi, gerek teknoloji ve gerekse sanayi alanlarında yaptığı yatırım ve atılımlar, İslam Dünyası olarak nitelendirilen ülkeler arasından bir adım öne çıkmasına, gözlerin Anadolu coğrafyasına çevrilmesine neden olmuştur. Cumhurbaşkanı ve Başbakan düzeyinde, milyonu bulan kalabalık İstanbul meydanlarından İslam ülkeleri başkentlerine gönderilen selamlar hamasetten öte bir anlam taşımakta, bin yıllık mefkûre ile bir bağı bulunmakta, bu mefkûrenin hatırlanması ve dünyaya hatırlatılması olmaktadır.
Türkiye’de yaşayanlara düşen “en birinci vazife” en büyük düşmanları olan “cehalet, zaruret ve ihtilaf” ile daha fazla mücadele ederek ülkesini kalkındırmak, bunun yanı sıra İslam Dünyasının geleceğine dair ümidini diri tutmak, “ümitvar olmaktır”. Bu ümidi en ziyade aşılayan, geri kalmışlığın nedenlerini sorgulayan ve üç düşman tanımlamasını yapan, uluslar arası ekonomik, siyasal ve sosyal sonuçları olacak olan toplumsal hastalıklara reçeteler sunan, zamanını yaşarken geçmişi ve geleceği de hesaba katarak tahlil eden, güzel insanların telif ettikleri eserler her daim ihtiyaçtır.
Türkiye’deki her bir ferdin; “Âlem-i İslam’ın anahtar merkezinin Türkiye” olduğu şuuruyla ve “bin yıldır sancaktarlığını yaptığı mefkûre” ruhuyla hareket etmesine, Âlem-i İslam’ın ihtiyacı vardır.
DİĞER KAYNAKLAR
Tayyar ARI, Geçmişten Günümüze Ortadoğu, Alfa Yayınları
Sabit DUMAN, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, Doğu Kütüphanesi Yayınları
[1] Fahir ARMAOĞLU, 20. yy Siyasi Tarihi, Alkım Yayınları, 11. Baskı
[2] Zekeriya TÜRKMEN, 1914’ten 2014’e 100’üncü yılında Birinci Dünya Savaşını Anlamak, Uluslar arası Sempozyum 20-21 Kasım 2014, T.C. Hartp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, İstanbul
[3] Oral SANDER, Siyasi Tarih 1914-1918, İmge Yayınları, 9. Baskı, İstanbul, s. 13
[4] Oral SANDER, age. s. 124
[5] Çağrı ERHAN, Avrupa’nın İntiharı ve İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Temel Sorunlar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: 51 Sayı: 1 Yayın Tarihi: 1996, s. 259
[6] Eric HOBSBAWM, Kısa 20. yy. 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Yavuz ALOGAN, Sarmal Yayınevi
[7] Eric Hobsbawm, age. s. 7
[8] Cemalettin CANLI, Yusuf Kenan BAYSÜLEN, Zaman İçinde Bediüzzaman, İletişim Yayınları, 2010 İstanbul
[9] Osman TURAN, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, Ötüken Yayınları
www.irfanmektebi.com