Risale-i Nur'un ... Milli Kültürümüzün Korunm.Etkileri - Mustafa TOPÖZ

RİSALE-İ NUR’UN KUR’AN HARFLERİNİ MUHAFAZASININ MİLLÎ KÜLTÜRÜMÜZÜN KORUNMASINA ETKİLERİ - Mustafa TOPÖZ

Risale-i Nur’un önemli bir vazifesi, iman ve Kur’an hakikatlerini çok kuvvetli delillerle ispat edip neşretmek ve bütün inkâr fikirlerini iptal etmek olduğu gibi; Kur’an harflerini muhafaza etmek de önemli bir vazifesidir.[1] Bu hikmetle Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’u, Osmanlıca olarak, yani Kur’an harfleriyle telif etmiş ve yüzbinlerce talebesine Kur’an harfleriyle Risale-i Nur’u yazdırmıştır. Hattâ Bediüzaman Hazretleri, ‘Risale-i Nur Talebesi’ olmak gibi, çok yüksek ve imtiyazlı bir makamın şartının Risale-i Nur’u Kur’an harfleriyle (Osmanlıca) yazmak ve neşretmekten geçtiği şöyle ifade etmiştir: “Risale-i Nur’a intisab eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran ‘Risale-i Nur Talebesi’ ünvanını alır.”[2]

Risale-i Nur’un, Kur’an harflerini muhafaza etmesini, sadece Kur’an elifbasındaki harflerin öğrenilmesi ve muhafazası şeklinde anlamak, son derece eksik, yanlış, hakikatten ve Risale-i Nur’un ruhundan çok uzak bir algılama olacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu büyük hizmetini doğru anlayabilmek için, kültürün bir millet için ne demek olduğunu, kültürü oluşturan unsurların neler olduğunu ve bu bağlamda Risale-i Nur’un Kur’an harflerini muhafaza etmesinin nasıl bir vazife gördüğü iyi anlamak gerekmektedir.

Kültür Ve Kültürü Oluşturan Unsurlar

Kültür, bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin, maddî ve manevî değerlerinin bütününe denir.[3] Kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran, kendine özgü maddî ve manevî değerlerinin tamamıdır. Kültür, bir milletin öz benliğidir, varlığının en temel esasıdır, karakteridir, şahsiyetidir, ruhudur, varoluş genleridir.

Kültürü oluşturan unsurlar din, dil-harf, örf-âdet-gelenek-görenekler, sanat, tarih ve dünya görüşüdür.

Millî Kültürü Oluşturan Unsurları Yaşatmanın Önemi

Bir millet, kültürünü oluşturan unsurları, yani dinini, dilini, gelenek ve göreneklerini, sanat eserlerini, tarih bilincini ve dünya görüşünü yaşatabildiği ve sonraki nesillere aktarabildiği ölçüde tarih sahnesinde yaşamaya devam eder, bütünlüğünü korur. Fakat bu kültürel kodlarını koruyamazsa, yaşatamazsa o millet ve medeniyeti asimile olmaya, değişmeye, bozulmaya ve kaybolmaya mahkumdur. Bunun içindir ki kültürel değerler, bir milletin varlığı kadar değerlidir.

Bu hakikate ışık tutacak tarihî bir anekdot şöyledir:

1900’lü yıllarda İngilizlerin, topraklarında güneşin batmadığı bir sömürge imparatorluğu vardır. Zamanın İngiliz başbakanı ile İngiliz kralı arasında şöyle tarihî bir konuşma geçer.

Başbakan, krala üç soru sorar. Birinci soru şöyledir: “Majesteleri, eğer bir gün İngiliz donanması ile sömürgeler arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa, acaba hangisini tercih edersiniz?”

Kral son derece kendinden emin bir tarzda “Tabi ki İngiliz donanmasını tercih ederim. Çünkü bu donanma, bana tekrar bu sömürgeleri kazandırır.” der.

İkinci soru şöyledir: “Peki, bir gün gelip de Britanya ile İngiliz donanması arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsanız, hangisini tercih edersiniz?”

Kral, yine aynı netlikte ve hiç düşünmeden “Tabi ki Britanya’yı tercih ederim. Çünkü bu Britanya, bana şu donanmayı tekrar çıkarır” der.

Üçüncü soru çok ilginçtir: “Peki bir gün gelir de Britanya ile Shakespeare arasında bir tercih yapmak zorunda kalsanız hangisini tercih edersiniz?”

Kral hiç düşünmeden “Tabi ki Shakespeare’i tercih ederim. Çünkü Shakespeare bana bu Britanya’yı yeniden oluşturur.”

Dikkat edilirse İngiliz kralı, İngiliz kültürünün sembol isimlerinden olan Shakespeare’i dünya genelindeki bütün sömürgelerden daha üstün tutmaktadır. Bunun sebebi, kültürel bir kişilik olan Shakespeare’in eserlerinin ve fikirlerinin yaşaması İngiliz şahsiyetini, kişiliğini yani kültürünü netice verir. Fikriyle, duygusuyla, karakteriyle bir ‘İngiliz adamını’ oluşturur. Dolayısıyla böyle adamlardan oluşan bir Britanya, şöyle bir donanmayı çıkarır, bu donanma da şu sömürgeleri kazanır.

Buna bir başka güzel örnek de şudur:

Anadolu topraklarında tarih boyunca pek çok farklı medeniyetler ve devletler kurulmuştur. Mesela Sümerler, Hititler, Urartular, Frigler bunların başlıcalarındandır. Fakat gün gelmiş bu medeniyetler ve devletler yıkılmış ve kaybolmuşlardır. Günümüzde, yeniden Sümer, Hitit veya Urartu medeniyeti ve devletini kurmak mümkün değildir. Velev ki ismi Hitit veya Urartu olan bir devlet kurulsa dahi, tarihte yaşamış Hitit ve Urartu medeniyetleriyle isim benzerliğinden başka hiçbir ortak yönleri olmayacaktır. Çünkü o medeniyet ve devletleri sonraki asırlara taşıyacak, adeta genleri hükmünde olan kültürel değerlerini kaybettikleri içindir ki bugün artık yeryüzünde bu medeniyetler hüküm sürmemektedir.

Bununla birlikte çok manidardır ki; yeryüzünde 1948 senesinde İsrail Devleti kurulmuştur. Bu devlet diliyle, diniyle, gelenekleriyle Yahudilerin 3000 yıllık birikimlerinin cisim giymiş bir şekli olarak arz-ı endam etmiştir. Mûsa Aleyhisselâm zamanından beri -3000 senedir- yeryüzünde devletsiz bir millet olarak yaşamak zorunda kalan ve farklı milletlerin ve devletlerin içinde dağılmış bir şekilde yaşayan ve çok defalarda asimilasyon politikalarına maruz kalan Yahudiler, nasıl oldu da asimile olmadılar? Çünkü onlar, yaşadıkları yerlerde kendi öz benlikleri olan kültürel değerlerini daima korudular ve bunları nesillerden nesillere aktardılar. Böylece 3000 sene boyunca kültürel kodlarını yaşatmalarının bir neticesi olarak da 1948 senesinde Filistin topraklarını işgal ederek kendi devletlerini cebren de olsa kurdular.

Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Bütün bunlar gösteriyor ki, kültürlerini muhafaza eden milletler, kendilerine mahsus olan ve onları diğer milletlerden ayıran karakterlerini, kişiliklerini ve varlıklarını devam ettiriyorlar.

Yukarıda örnekleriyle ifade edilen hususlar, kültürü oluşturan her bir unsur için geçerlidir. Çünkü kültürün öğeleri de denilen bu temel unsurların her birisi, adeta bir insan için genler gibidir. İnsanın genlerinde haricî bir sebepten dolayı bir bozukluk meydana geldiğinde, nasıl vücudunda büyük hasarlara ve başkalaşmalara sebep oluyorsa, aynen öyle de kültürün temel taşları (öğeleri, unsurları) olan din, dil, gelenek-görenek, tarih, sanat, dünya görüşü gibi unsurların birinde veya bir kaçında tahribat olursa, hemen bir iki nesil sonra bunun vahim neticeleri kendini göstermeye başlayacaktır.

Risale-i Nur’un Milli Lisanımızın Muhafazasına Hizmeti

Risale-i Nur’un Kur’an harflerini muhafaza etmesi; millî lisanımız olan Osmanlı Türkçesi’ninkorunması, yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması ve bu lisanla telif edilen millî kültürümüzün alt yapısını teşkil eden milyonlarca cilt eserlerle ve tarihî belgelerle irtibatın kurulması, yeni nesillerin bizi biz yapan bu eşsiz kültür hazinesi ile tanışmasına vesile olması noktalarında tarihî bir öneme sahiptir.

Çünkü; milli kültürümüzün temellerini oluşturan eserlerin hemen hemen tamamı Osmanlıcadır. Ancak, yeni yetişen neslimiz çok kıymetli ve kimi zaman da paha biçilemeyen bu nadide eserlere bir ‘turist’ kadar maalesef yabancıdır. Öyle ki; kim bilir hangi dedesinden kalmış bir eserden veya eski bir tapu senedinden ya da bir paradan,  bir çeşme kitabesinden ya da her gün altından geçtiği üniversite giriş kapısındaki yazıdan hem içerik hem de estetik olarak en küçük bir fikir sahibi olmayan gençlerimizin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.

Yedi asır cihana hükmetmiş bir milletin torunları, bugün önlerine konulan az sayıdaki çevirilerin dışında bu eşsiz kültür birikiminden istifade edememektedirler. Bu durumda günümüz gençliğinin hissesine dedelerinin birkaç bin sene önce yazdıklarını okuyup anlayan diğer milletlere imrenmek mi düşüyor? Neden bizler de kendimiz ve çocuklarımıza ecdadımızın birikimine birinci elden ulaşma imkanı tanımayalım? Gönlünde milli kültürden bir nebze hissesi olanların bu duruma kayıtsız kalması ve üzülmemesi mümkün müdür?

Yabancı araştırmacıların Osmanlı Türkçesini öğrenerek yaptıkları araştırmalardan, bu gün ancak yabancı dil bilenler istifade edebilirken; bilimsel çeviriler de ‘kaynak’ olarak milli kütüphanelerimizi göstermektedir.

Bugün Osmanlıcayı öğrenmek, öz yurdunda kendi kültürüne yabancı kalmış bir neslin vicdan muhâsebesinde, ecdâdına ve tarihine karşı vâdesi çoktan dolmuş bir fikir borcudur!

Konunun daha da iyi anlaşılması için bazı münevverlerimizin bu husustaki beyanlarını burada paylaşalım.

Peyami Safa: “Yeryüzünde milli kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumaktan aciz bir tek millet var mıdır? Tarihinden edebiyatından,  ilmi, felsefi ve dini eserlerinden,  milli kültür hazinelerinden  haberi olmayan bir miletin bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir? Avrupalılar okullarında Shakesper’e, Milton’a, Schiller’e, Voltaire’e dair bilgi verirken talebeye bu yazarların okul kütüphanesindeki eserleri de okutulur. Bir kitabın bir parçası değil, tamamı okutulur. Bugün yirmi yaşlarında bir Türk genci Naima’yı, Fuzuli’yi, Cevdet Paşa tarihini orjinalinden okuyamaz. Yeni yazıya çevirisini okusa da anlayamaz. Bu talihsiz delikanlı için Baki’nin o muhteşem “Mersiye” si Galib’in o enfes “Hüsn ü Aşk”ı Hamid’in “Tarık Bin Ziyad”ı simsiyah karanlıklara batmış muazzam abidelerdir. O zavallıcık bu eserlerin arasında, İstanbul’un göklere fırlayan tarihi eserleri arasında iki gözü kör dolaşan bir turist gibi gezip durur. Kendi tarihini, atasını, dilini, edebiyatını bilmez ve sevmez. Yani kendini bilmez ve sevmez.”

Cemil Meriç: (Dursun Gürlek Cemil Meriç’ten naklediyor): “Türkiye’de Osmanlıca öğrenmenin Arapça öğrenmek kadar hatta daha mühim olduğunu söylerdi. Çünkü kütüphanelerimiz Osmanlıca eserlerle dolu ve işin garibi bu eserlere bizden çok Avrupalı oryantalistler ilgi gösteriyor. Düşünebiliyor musunuz benim kütüphanemdeki eserleri bir Fransız ya da İngiliz araştırıcı rahatlıkla okuyup çevirebiliyor, ben tabiri caizse ‘bön bön’ bakıyorum. Yahut çevremdeki mezar taşlarını okuyamıyorum. Dedemden kalan tapu belgesini okuyamıyorum. En güzel tarihi eserler İstanbul’da, fakat Osmanlı çeşmelerinin, camilerinin kitabelerini okuyamıyorum.”

Her dil, bir kültürün kapısını açacak bir anahtar olmak özelliğine sahiptir. Meselâ İngilizce öğrenenler, İngiliz ve Amerikan kültürünü tanıma imkânını elde edebilirler. İngilizce sayesinde, İngiliz milletinin tarih boyunca ortaya koyduğu fikrî ve edebî eserlerini okuyarak o kültürden bir şeyler öğrenip ilmî ve akademik çalışmalar ortaya koyabilirler. Aynen öyle de Osmanlıca’yı da öğrenenler millî kültürümüzün alt yapısını oluşturan milyonlarca cilt dinî, ilmî, felsefî ve tarihî eserlere ilk elden ulaşıp bu eşsiz hazineden istifade etmek ve ettirme imkânına sahip olmaktadırlar. Bu da kültürümüzün muhafazası adına paha biçilemez bir hizmettir.

İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri, latin harflerinin genç ihtiyar, fakir zengin demeden gece dersleriyle ve zorla öğretildiği o sıkıntılı zamanlarda, büyük bir manevi cihat şuuru ile yüz binlerce talebelerine Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirini Kur’an hattını muhafaza etmek gayesiyle yazmalarını emrederek, Kur’an harflerinin korunması ve yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması noktasında tarihî bir hizmet ifa etmiştir.

Risale-i Nur’un Osmanlıca Telifinin Zengin Kelime Hazinesinin Korunmasına Etkisi

Kalp ve akıl madeninde oluşan manalar, kelimelere binerek, diğer insanların akıl ve kalplerine ulaşıp yayılırlar. Kelimeler, manaların taşıyıcılarıdır. Duygular, düşünceler, manalar, sırlar ve hakikatler kelimeler ile karanlıktan aydınlığa, yokluktan varlığa çıkarlar. Görünür, duyulur ve bilinir olurlar. Bir kalpten bütün kalplere böyle intikal ederler. Esasen insanlar zaten kelimelerle düşünürler.

Kelimelerin bu vasıflarından dolayıdır ki, bir lisandaki kelime sayısı çok önemlidir. Bir lisanda kelime hazinesi ne kadar zengin olursa, o nispette manalar ifade edilir, ortaya çıkar ve yayılır. Kelime sayısının azlığı ise mananın, düşüncenin ve fikrin hem keşfinin hem de ifadesinin en büyük engelidir.

İnsanlar, kelimeler ile düşünürler. Yine aynı kelimelerle duygu ve düşüncelerini ifade ederler, dışa vururlar. Dolayısıyla bir lisanın kelime hazinesi ne kadar zenginse o nispette hayaller, duygular, düşünceler ve fikirler ifade edilir. Kelime hazinesi kısır ve dar olan bir lisanla ince duygular ve düşünceler ifade edilemez. Böyle bir lisanın konuşulduğu bir toplumda, mütefekkir, entelektüel ve sanat erbabı da yetişmez. Adeta konuşma bilmediğinden ihtiyaçlarını söyleyemeyen bir çocuğun çaresizlik içinde kalıp ağlaması gibi, kelime hazinesi dar olan milletler de, kültürlerini besleyen ve kuvvetlendiren ilmî, edebî, fikrî ve sanatsal eserleri ortaya koyamazlar. Konuşamayan çocuğun ağlamasına bedel, böyle milletler de adeta ağlamak gibi yutkunur kalırlar, sığlık ve kısırlık bataklığında boğulurlar. Günümüzde günlük hayatta insanlarımızın 300-400 kelimeyle konuştuğu dikkate alınırsa, lisanımızda nasıl bir tahribin yaşandığı daha güzel anlaşılır. Günlük konuşmalarını bu kadar dar bir dairede yapmaya çalışan bir milletin mütefekkir, sanat erbabı, âlim yetiştirmesi adeta mümkün değildir.

Bu konu ile ilgili yapılan bir akademik bir araştırmanın sonuçları hakikaten durumun ne kadar vahim olduğunu nazara vermektedir.

Ankara Üniversitesi’nin ilköğretimler için yaptığı bir araştırma:

A.B.D.                   Ders kitaplarında ……………………71.618 kelime
ALMANYA         Ders kitaplarında ……………………70.400 kelime
JAPONYA           Ders kitaplarında …………………… 44.224 kelime
İTALYA               Ders kitaplarında …………………… 31.762 kelime
FRANSA              Ders kitaplarında……………………  30.193 kelime
S. ARABİSTAN  Ders kitaplarında……………………. 13.576 kelime
TÜRKİYE         Ders kitaplarında……………………. 7.260 kelime

 

Bu araştırma da gösteriyor ki, ilköğretim ders kitaplarında Amerika’da 71.618 kelime öğrencilere öğretilirken, bu rakam ülkemizde maalesef 7.260 kelimedir. Bu kadar az kelime ile düşünen ve konuşan bir millet, elbette diğer kültürler karşısında mağlup olmaya mahkumdur.

Yine ilk baskısı 1800’lü yılların son çeyreğinde yapılan ‘Red House’ sözlüğünde, o zaman 200.000 kelimenin Osmanlıca ve İngilizce karşılığı verilmektedir. Fakat günümüzde basılan Red House sözlüğünde 50.000 kelimenin karşılığı vardır. Aradaki 150.000 kelime, maalesef artık kullanılmaz olmuştur.

Örneğin günümüz Türkçesindeki ‘çeşit’ kelimesi, Osmanlı Türkçesinde en az 3 kelime ile karşılanmıştır. ‘Müteaddid’, adet adet çeşitlilik demektir. ‘Mütenevvi’, sınıf sınıf çeşitlilik demektir. ‘Muhtelif’ kelimesi de, ihtilâflı çeşitlilik demektir.

Yine günümüzdeki ‘ışık’ kelimesi, Osmanlı Türkçesinde pek çok kelime ile ifade edilmiştir. Meselâ ‘nur’ kelimesi yansıyan ışık demektir. ‘Ziya’ kelimesi, tabii bir kaynaktan üretilen ışık demektir. ‘Lema’ kelimesi, parlayıp sönen ışık demektir. ‘Şua’ kelimesi de, suni bir kaynaktan üretilen ışık demektir. Meselâ ‘güneşin nuru’ denmez, ‘güneşin ziyası’ vardır. ‘Ayın ziyası’ değil, ‘ayın nuru’ vardır. Lambanın nuru değil, lambanın şuası vardır. Fakat, her birisinde farklı bir mana inceliği olan bütün bu kelimeleri, sadece ‘ışık’ kelimesi ile ifade etmenin, tefekkür ve düşünce dünyasında nasıl bir kısırlık meydana getireceği âşikârdır.

Bugün ayakta, saygı ve iftiharla koro halinde söylediğimiz millî marşımızda geçen pek çok kelimenin anlamını maalesef yeni nesillerimiz bilememekte ve bu kelimelerin üstlendiği mana ve estetik zenginliğini yudumlamaktan mahrum kalmaktadırlar. Meselâ millî marşımızda geçen garb, serhad, afak, ceriha, izmihlal, mücerred, hüda, cüda gibi kelimelerin anlamını bilmeden millî marşımızdaki edebî zenginliği, estetik güzelliğini, anlam derinliğini hakkıyla bilmek ve zevk etmek mümkün değildir.

Bir İngiliz veya Fransız lise öğrencisinin kendi kültürlerinin klasiklerini çok rahatça okuyup anlayabildiği bir ortamda, 1000 senedir İslâm’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yapmış bu kahraman milletimizin kendi kültürümüzün eşsiz şaheserlerini okuyup anlayamaması, arşivlerindeki Osmanlıca belge ve evraklardan akademik çalışmalar yapamaması, bir turist kadar bunlara yabancı olması, kalbinde zerre kadar millî ve manevî duyguları ölmemiş bir vatan evladının kanına dokunmaması mümkün değildir.

İşte Bediüzzaman ve şaheseri olan Risale-i Nur, sadece Kur’an’ın harflerini muhafaza etmekle kalmamış, ecdadımızın bin yıldır kendine mahsus olarak geliştirdiği, Türkçe temeli üzerine oturan, Arapça ve Farsçanın da zenginliklerini muhtevi, Osmanlı Türkçesi tabir edilen millî lisanımıza ait kelimelerin zengin anlam dünyasının da kapılarını açmıştır. Bu ise bizi biz yapan millî kültürümüzün temel eserlerini okuyup, anlamak, geçmişten dersler çıkarıp geleceğe emin adımlarla bakmak noktasında hayatî bir öneme sahiptir.

Bu konuda Cemil Meriç şu itirafı yapmaktadır: “Önce Batı`ya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu`da buldum. Doğu`da ise, en parlak yıldız olarak Said Nursî`yi tanıdım… Tanzimat`tan bu yana, İslâm tefekkürünü temsil makamında, bir tek onu tanıdım. Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor.”

Netice olarak; kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran ve o milletin birlik ve bütünlük içinde devamının en önemli şartı olan bir hakikattir. Kültürü oluşturan din, dil, tarih, sanat, dünya görüşü ve gelenek görenekler gibi temel unsurların yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması o milletin varlığı kadar önemli bir vazifedir. Hususen de bu unsurlardan din ve dil unsurlarının muhafazası ayrı bir öneme sahiptir. İşte tam bu noktada Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirinin, Kur’an harflerini muhafaza etmek adına ortaya koyduğu hizmet, hem millî kültürümüzün en önemli esası olan dinî hakikatlerin ikamesi, hem de millî lisanımız olan Osmanlıca’nın korunması, sonraki nesillere aktarılması ve bu harflerle telif edilmiş milyonlarca cilt kültürel ve tarihî eserlere ve belgelere ulaşılması noktalarında tarihî ve hayatî bir öneme sahiptir.

[1] Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s.268

[2] Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s.25

[3] Kubbealtı Lügati

 

www.irfanmektebi.com



Sayfa Kategorisi: İrfan Mektebi Dergisinden