Ferasetle Geçmişe Bakmak
Konuştuğu zaman sadece hak ve hakikat söyleyen gönüller Sultanının (a.s.m.) mübarek dilinden dökülen اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللهِ “Mü’minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.1” sözü her asra baktığı kadar, bilhassa ümmetin fesâda düştüğü âhirzamana ziyadesiyle hitap etmiyor mu? Ümmetin içerisine fitne ve fesat ekilmesi, bid’a ve dalaletlerin bizzat devletlerin idarecilerinin eliyle te’sis gayretine girişilmesi, ehl-i imâna her zamankinden daha fazla ferâset, basîret sahibi olmayı gerektiriyor. Peki, feraset nedir. Üzerinde uzunca konuşulan bu kavram, “varlık veya hadiselerin perde arkasını görmek, bir meseleyi doğru ve hızlı değerlendirmek, çabuk kavramak, hükümde isabet etmek” gibi manalara gelmektedir. Vehbi ve kesbi feraset ayrımını veya hadis-i şerifin teferruatlı açıklamasını işin ehline havale edip sadece nazarımıza değen cihetlerden irdelemeye gayret edelim.
Şeyh Edebali hazretleri Osman Gaziye verdiği nasihatin nihayetinde şöyle der “Geçmişini bilmeyen geleceğini bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki; geleceğe sağlam basasın.” Bu nasihatın yaklaşık 700 yıl önce söylenmesi ve bunu dinleyen, kulak veren, hayatına tatbik eden şahsın da 600 küsur yıllık bir cihan devleti kurması, elbette söyleyenin ve muhatabın sadece dil ve kulak cihazlarını kullanmayıp, kalpleriyle de dile getirdiğini ve dinlediğini ispat eder. Yüzyıllar boyunca tarihin derin sayfalarını inceleyenler anlayacaklardır ki, ta Hz.Adem’den (a.s.) beridir insan aynı, şeytan aynı, hadiseler aynı, amaçlar aynı. Farklı olanlar ise istimal edilen araçlar ve bazen imtihan derecesi. Korku, nefret, hırs, süfliyat aynı. Muhabbet, dostluk, iman, akıl hep aynı. Fuhşiyatın da aşırısına giden pompei halkını zamanımız ile kıyas ediniz. Yüzyıllar önce ayaklarından atlara bağlanıp ikiye ayrılarak şehid edilenlerle, Srebrenitsa’da ayakları iki zırhlı araca bağlanarak şehid edilen Boşnak genç veya Hocalı’da 1 yaşındayken ikiye ayrılan Azeri bebek. Ne fark var Allah aşkına. “Tarih okuyanın aklı çoğalır” diyen İmam Şâfi (rh) ne demek istemiş bir düşünelim. Geçmişini, kültürünü, kimliğini bilmeyen bir nesilden ne bekleyebiliriz. Aklını memleket hayrına kullanmayan bir gençlik kime hizmet eder.
Malumunuz insanlar bardak gibidir, bir şekilde dolacak, doldurulacak bir bardak. Eğer temiz zemzem suyuyla, manevî değerlerle, kültürüyle, imanla dolmazsa; Allah muhafaza birileri gelir içine pislik, irin akıtır, doldurur. İşte feraset burada devreye giriyor. Gelecek hakkında doğru tahminde bulunma, insanların ve diğer varlıkların iç yüzünü keşfetme manasına da gelen feraset ile müminler, muzırların şerrinden uzak kalabilir. Gerçi asrın imamı Bediüzzaman Hz. “Ehl-i iman ne kadar âmi ve câhil de olsa, aklı derk etmediği halde kalbi öyle hodfüruş adamları görse, soğuk görür, ma’nen nefret eder2” diyerek imanın en alt kademesinde bile ferasetin te’sir icra ettiğini ifade eder. Fakat kişinin iman ve irfanı arttıkça feraset ve basireti de o nispette ziyadeleştiği malumdur. Dolayısıyla böyle bir mü’min dönen dolapları, hile ve aldatmaları, sağdan yaklaşan şeytanı dâhi sezebilir. Ehl-i ilhâdın ve münafıkların oyunlarına gelmez. Tarihini iyi bilen, tarihte nelerin yaşandığını idrak eden feraset sahibi imanlı kişiler, dinine, vatanına, insanlığa kasteden düşmanların oyunlarına düşmez. Küresel fitnenin kimler tarafından çıkarıldığını bilir, İslam aleminin üzerindeki kara bulutların hangi şer fabrikalarının bacalarından tüttüğünü idrak eder. Ümmetine düşkün Habîbullah’ın (s.a.v.) “Mü’min bir delikten iki def’a ısırılmaz.3” sözünün ne anlama geldiğini anlar. Bediüzzaman Hz.’nin neden sürekli iman üzerine vurgu yaptığını buradan anlamak gerek. İmanı ziyadeleşenin basireti de artar. Allah’ın nuruyla bakmaya başlar. Bir düşünelim, Allah’ın kalp gözüne nur verdiği kişi nasıl olur. Elbette, muhatabının kalbinden geçen sualleri daha sormadan cevabını veren veli zatlar, yanında yirmi yıl hizmetkârlık görüntüsünde vesvese vermeye çalışan şeytanı sezen Cüneyd-i Bağdadî’ler (rh) Allah’ın nuru ile bakmışlardır.
Hulasa; geçmişini araştırıp, tarihi öğrenen, manevi temellere sımsıkı bağlı, kimliğini, kültürünü nesilden nesile aktarmayı hedefleyen imanlı gençlik yetiştikçe, feraset sahibi oldukça bu din, bu vatan, bu İslam coğrafyası için korkuya mahal yok demektir. İnşallah, Üstadın deyimiyle baharda gelen çiçek misal bu nesil Allah’ın nurunun yeryüzünde parlaması için ziyadesiyle çalışacaklar.
Bu arada geçmişimizi öğrenmek adına Hayrat Vakfı ile Milli Eğitim Bakanlığı arasında yapılan protokolle açılan Osmanlı Türkçesi kurslarını bitiren yaklaşık 300 bin kişiyi tebrik ediyorum. Ve Osmanlıca’yı okullarda seçmeli ders olarak okutulmasını sağlayan herkese teşekkür ediyorum. İnşallah darısı normal ders olarak okutulmasına. Hürmet ve muhabbetle. Vesselam
1 Tirmizi, Tefsiru’l Kur’an, 16
2 Mektubât 2, Osmanlıca, 299
3 Buhari, Edep, 83
www.cihander.org